Yağmuru Trabzon'un
Kapkara bir denizin yükselen dalgalarının değeri ancak Trabzon’da yaşanınca anlaşılır. Boşuna Karadeniz dememişler ona. Heybetini hele bir de fırtınalı bir günde görün siz, yanına yaklaşamazsınız. Hele hele bir de yağmur yağınca simsiyah olur o engin deniz.
Trabzon’da tenis oynamaya başladığım zamanlarda tenis oynamayı sevdiğim kadar yağmurdan nefret ederdim. Neden mi? O zaman oynayamazdım çünkü. Trabzon’da iki tane tenis kortu vardı. Biri Karadeniz Teknik Üniversitesi Kampüsü içerisinde biri de K.T.Ü. Sahil Tesisleri’nde. Biz tenis kursumuzu Sahil Tesisleri’nde yapar, kendi aramızdaki haftada oynamamız gereken zamanı da genelde Kampüs kortunda yapardık.
Bu arada biz diye bahsettiğim topluluk yaklaşık 30 kişi idi ve yıllar boyunca da aşağı yukarı bu sayıda kaldı. Ve biz 30 kişi sadece 2 kort paylaşırdık ki çoğu zaman da tek kort. Bir de duvarımız vardı. K.T.Ü. çok amaçlı spor salonunun duvarı. Çoğu zaman önünden öğrenciler geçerdi ve topa vurmayı bırakmak zorunda kalırdık. Ben tenise başladığım ilk yıllarda sadece hafta sonları kortta oynardım çünkü kurs hafta sonları olurdu. Zaten tenise başladığım ilk yılın yarısında henüz karşılıklı oynamamız yasaktı. Sayın Şenay Saydaş, tenis öğretmenimiz, son derece disiplinli ve kuralları olan bir eğitmendi. Birçok yasaklarımız vardı ki inanın bu yasakların çoğu şu anda getirilse teniste çok daha iyi yerlerde olan tenisçilerimiz olurdu.
Tenise ilk başladığımda henüz 8 yaşındaydım ve müthiş bir tesadüf üzerine başladım. Çok küçükken de kreşe giderken bale yaparmışım ve oradaki bale öğretmenim de spora yatkın bir vücudum olduğunu söylediği için de ailem beni bir spora yöneltmeye hazırmışlar ve tenis imdatlarına yetişmiş. Lojmanlarda yaşardık ve o zamanlar alt, orta ve üst mahalleler vardı ve biz orta mahallenin girişindeki bir apartmandaydık. Giriş katında otururduk. Ben yerinde durmayan delikanlı kızlardandım. Yaşıma göre çok hızlı koşardım ve oyunlarda genelde herkes beni takımına almak isterdi. Giriş katında oturmanın verdiği güvenle eve her zaman balkondan tırmanırdım kapı kullanmak yerine!
Yine benim sokaklarda koşuşturduğum bir gün annem de balkonda otururken bir arkadaşını görmüş ve nereden geldiğini sormuş. O da kızını tenis kursuna yazdırdığını söylemiş. Annem ve babamın yıllardır beklediği spor “tenis”miş meğer! Annem de kime yazdırdığını ve nerede olduğunu öğrenince hemen gitmiş. Sayın Şenay Saydaş anneme bir çıkışmış önce, “Tenis kursu ilanı aylardır Kartük’ün (Lojmanların içerisindeki bir şarküteri) camında asılı idi, dün son gündü, yeni mi aklınıza geldi...” sonra da kabul etmemiş. Annem çok ısrar edince de “ Cumartesi günü gelsin bir görelim” demiş.
Hafta sonunu iple çektiğimi hatırlıyorum. Öyle ki sabah erken kalkıp hazır beklemiştim ama ne raket var ne kıyafet!!! Sayın Şenay Saydaş’ın kurallarından bahsetmiştim ya, kurs günü şort, t-shirt, çorap ve ayakkabı beyaz olmak zorundadır. O Cumartesi korta gittiğimde herkes beyazlar içindeyken benim üzerimde kot şort ve kırmızı boncuklu bir t-shirt vardı. Ayakkabılarımı hatırlamıyorum ama spor ayakkabı olmadığına adım kadar eminim!
Bu arada herkeste bir raket, bende o da yok! Tabi beyaz kuralını annem öğrenmiş ama beyaz şortum (cepleri lacivert) dikilinceye kadar kot şort o hafta üzerimde kalmıştı. Sonra birinin eski raketi bana verildi, metal bir raketti ve kırık olduğu için gövdesi kırmızı kurdele ile tutturulmuştu. Bu raketi zaten çok kullanmamıştım çünkü tenise başladığımız ilk aylarda sadece koşu ve top tutma, toplama ve atma eylemlerinde bulunuyorduk. Sonra forehand öğrendiğimizde raket çok ağır geliyordu ama Almanya’dan ısmarladığımız Donnay marka raketim gelmişti. Tahta çocuk raketi. O zamanlar herkes kendi topunu da kendi getirirdi. Toplarımızın üzerine isimlerimizin baş harflerini yazardık. Benimkilerde G.G. yazardı ve ilk başladığım gruptaki Aylin adlı arkadaşım bana “GUGU” derdi ve o günden beri de hala beni bu isimle çağıranlar var. Hatta babam hala çoğu zaman bana GUGU diye hitap eder.
Koşuyoruz demiştim ya, dağ senin bayır benim Sahil tesislerinin arka taraflarında Trabzonsporun tesislerinin olduğu yerlerde eskiden dağ bayır vardı. Otlar, çimen ve bayır. Köy evleri tek tük vardı ve köy köpekleri. Koşarken Sayın Şenay Saydaş önde biz arkada ikişerli sırayla tren şeklinde koşardık. Köpek sesi geldiğinde yavaşlar ve yürür, eğer yaklaşırlarsa da dururduk ve hatta çömelirdik. Allah’a şükür hiç ısırılan olmamıştı. İşte yağmur burada anlatılacak bir öneme sahip çünkü sık yağan yağmur bu koştuğumuz tozlu yolları çamur yapardı. Çamurların, su gölcüklerinin arasından ve üzerinden atlaya zıplaya koşarken Sayın Şenay Saydaş hep kızardı. Su olsa bile düzgün koşmamızı isterdi. Tabi kayanlar, düşenler, ayakta duramayanlar... İşte bu koşular sırasında delikanlı kız olmanın yararlarını çok gördüm. Erkeklere yarış yapardım çünkü kızlara göre çok daha hızlıydım. Hatta büyüklerime bile göz kestirirdim ama kalabalık bir grup olduğumuz için zamanla yaş gruplarına ayrılmıştık. Ama beni büyükler çok uzun zaman aralarına almadılar. Ne zaman ki aramızdaki turnuvalarda onlara dil uzatmaya başladım,o zaman!
Ne zaman ki karşılıklı oynamaya izin verildi yine kurallardan biri işin içine girmişti: kurs dışından kimse ile karşılıklı oynamamız yasaktı. Duvarda ya da kurstan birisiyle oynamamız gerekiyordu. Tenis oynadığım yılların başları hep duvarı döverek geçmiştir. Yaşıtlarım tenisi çok ciddiye almıyordu ve bu sebeple de oynayacak çok arkadaşım yoktu. O zaman duvar en iyi arkadaşımdı. Her yıl grup değişirdi ve birkaç yıl sonra beraber olduğum grup arkadaşlarım ile karşılıklı oynamaya başlamıştık. Ama öncesinde hep duvar hep duvar. Yürüyenler için yol verilir, bazen geçişlerine göre vuruş yavaşlatılır ama disiplinden asla ödün verilmezdi. Tak tuk tak tuk, hala o sesin yankısı kulaklarımda. Aslında bir de Sahil Tesisleri’ndeki kortun duvarı vardı ama yol uzak olduğu için oraya tek başıma gitmem imkansızdı, ancak babam beni araba ile götürürse. Genel olarak kullandığımız duvar Sahil Tesisleri’ndeki duvarken çok amaçlı spor salonu, Kartük’ün duvarı, apartman boşluklarının duvarları, üniversitedeki bazı laboratuarların duvarları, evin duvarı vb aklınıza gelecek her türlü duvar bize hizmet verdi yıllarca. Bize demek belki yanlış bana hizmet verdi. Başka hangi arkadaşlarımın evin duvarını kullandığından pek emin değilim! Ama mutlaka kullanan vardı çünkü biz küçük ama kalplerinde tenisle yanan bir gruptuk ki zaten uzun yıllar sonunda bu küçük grup zaten tenis içerisinde kaldı ve bazıları hala tenisten hayatlarını kazanıyor.
Lojmanlardan kurs için Sahil Tesislerine giderken yürürdük. Kursa katılanlar sabah erken toplanır ve grup halinde yürürdük. Ara patikalardan, böğürtlen çalıları arasından, arasından su akan taşların üzerinden ana yola çıkar, karşıya geçer, önceleri açık fakat sonraları tellerle kapatılmış olan havaalanı pisti girişinden yürür (üzerimizden uçak geçerdi ve sağır edecek kadar yüksek bir ses ile onu seyrederdik), yine ara patikalardan nerdeyse yuvarlansan paldur küldür aşağı kadar düşeceğin bir dağdan aşağı iner, biraz daha yürür ve sonunda kortlara ulaşırdık. Bu anlattığım yürüme parkurumuz çoğu zaman değişirdi çünkü geçtiğimiz patikalar kapanmış olabilirdi, tellerle örülmüş olabilirdi, çamur olabilirdi vb. Yanılmıyorsam yaklaşık olarak 20 dk yürürdük. Sonra koşumuzu, yapar ısınır ve sonrasında antremanlara başlardık. Antremanlar ise basit drillerden oluşurdu, tabi bu ancak topa vurmaya başladıktan sonra yapılan drillerdi. Topa vurmaya başlamadan önce aylarca vuruşun oturması için aynı hareketi tekrarlardık. Sonra zamanla kendimizin yere vurdurarak zıplayan topa vurmasıyla topla temasımız gerçekleşmiş ve sonrasında da duvara karşı vurmayla ilk vuruşu tamamlardık. Bazı antremanlarda bir arkadaşımız vururken diğerimiz top atardık. Anlayacağınız gibi cıvımaya çok müsait bir ortam olmasına rağmen disiplinli bir ortamda ağzımızdan gık sesi bile çıkmadan devam ederdik. Konuşan olursa sert bir sesle uyarılırdı. Her sabah kortlara gelir gelmez selamlama yapılır, günaydın komutundan sonra da grubun kaptanı rapor verirdi. Kim geldi, kim gelmediğini söylerdi.
Yazının İkinci Kısmı
Her Cumartesi Pazar bir de yağmur durumu vardı. Eğer çok yağmur yağıyorsa o gün kurs olmazdı, bazen sadece koşu yapardık bazen de evde kalırdık. Eğer yağmur yok yoğun ve fırtına var ise zaten hiç gitmezdik. Daha öncesinde yağmur yağmışsa ise süpürgelerimizi alır Sahil Tesisleri yollarına düşerdik. Önce kortu süpürürdük. Süpürmenin de bir stili vardı. Forhand vuruşunun topla buluştuğumuz anki gibi bir stil ile kortu süpürürdük. Başka türlü süpürmek yasaktı! Sonra koşmaya giderdik ki o sırada kort iyice kurusun diye.
Bazen de tam oynarken yağmur yağardı, o zaman da toplardan su fışkırıncaya kadar devam ederdik. Ancak raket ve toplar eskimesin diye belirli bir zaman sonra bırakırdık çünkü ne korttan hayır gelirdi ne de toplardan. Kortun kenarında bir çimenlik vardı. Aslında kort biraz yüksekte etrafı telle çevrili ancak tel ile yükselti arasında bankların olduğu bir yeşillik vardı. O yeşillik kortun içine de devam ederdi ve yaklaşık 1 m kadar sonra da asfalt başlardı. Evet kortumuz asfalttı. Gri asfalt. Diğer tarafı ise yine 5 m kadar çimenlikten sonra kortun girişinde ağaçlar ile gölgelenmiş bir alan. Bu alanda bulunan banklara eşyalarımızı bırakırdık – evden getirdiğimiz suyumuz, meyvelerimiz ve öğlen yemek için bir sandviç. Kortun iki arka tarafına gelince kortun giriş tarafında yine çimen ancak tele doğru bir eğim vardı ve genelde bu taraftan topları toplamak kolay olurdu. Diğer tarafında ise yine telle ayrılmış bir duvar vardı. Duvarın ise bir tarafı kort diğer tarafı da çalılık idi. Anlayacağınız topları toplama sefası uzun sürerdi çünkü toplar sürekli çalıların arasına kaçar ve toplamak için de sağımız solumuz çizilirdi. Hele top yanlışlıkla kortun dışına çıktığında. Tırmanmalar, çalılar arasında yol bulmaya çalışmalar vb. Bir seferinde yılan gördüğümü bile hatırlıyorum.
Yıllar geçtikçe grup sayısı artıyor ve yaşım büyüdükçe de gruplarımız değişirdi. Her şeyden önce yaşı büyüyenlerin en büyük sorunu sınav idi. Sınavlara hazırlananlar mecburen tenise ara veriyordu. Zaten bu sebeple de ben ilk yıl tenise başladığımda büyük grupta olan birçok kişiyi hayal meyal hatırlıyorum ve bazılarını da yıllar içerisinde turnuvalarda tanıma fırsatını yakalamışımdır.
Diğer bir taraftan da tenis oynayanların çoğu kampüste yaşayan ve öğretim elemanı olan kişilerin çocuklarıydı. Bu sebeple de başka üniversiteye gidenler sebebiyle de kurstan ayrılanlar oluyordu. Bir de şehirden gelenler vardı ancak bunların sayısı çok azdı. Sayın Şenay Saydaş şehirden gelen çocukları çok tercih etmiyordu çünkü onlar hafta içinde tenis oynamak için kampüse gelemiyor ve genelde de antremanlara giderken bizimle yürümüyordu. Bu aktiviteler son derece önemliydi kendisi için, birlik ve beraberlik ve zor şartları aşma gibi olguları kendisinin disiplinini oluşturuyordu. Daha önce belirttiğim kortu yağmur sonrası süpürmek de bu disiplinin bir parçasıydı.
Aşama ve yaşa göre bir de kurs içi turnuvalarımız vardı. Bu turnuvalar son derece zevkli ve heyecanlı geçerdi. Herkes top toplayıcılığı ve hakemlik yapmak zorundaydı. Kimin kimle oynayacağı, o maçta kimin hakemlik yapıp kimin top toplayacağı Sayın Şenay Saydaş tarafından o gün sabahtan ilan edilirdi. Bu maçların da kendi rituelleri vardı. Yeni başlamış olanlar genelde sadece top toplardı. Karşılıklı oynayanlar ise maç yapmaya hak kazananlardı.
Kızlar kendi aralarında, erkekler de kendi aralarında oynarlardı. Bazen de bazı challange maçları oynanırdı, mesela kızların en iyisi erkeklerden biri ile maç yapardı. Herkes kendi grubu içerisindekilerle de oynardı ancak erkekler genelde baskın çıkardı. Maçı olmayan, top toplamayan ve hakemlik yapmayanlar maçı seyretmek zorundaydı. Veliler de o gün piknik havasında yiyecekleri hazırlar ve kortlara gelirlerdi. Veliler kortun dışındaki banklarda otururlar ve sessizce maçları seyrederlerdi. Çocuklar da banların ilersinde duvar tarafına doğru yerde otururlardı. Tuvalete gitmek isteyenler kortun kenarına gider ve el kaldırırdı ta ki Sayın Şenay Saydaş izin verinceye kadar bekler sonra koşarak Sahil Tesisleri’nin içerisindeki tuvalete giderdi. Geri gelmek için de acele ederdi çünkü ortadan kaybolmamız söz konusu değildi.
Sessizlik içerisinde maçlar oynanırdı ve dışarıdan gelen her gürültüye Sayın Şenay Saydaş hemen tepkisini gösterirdi. Allahtan o günlerde cep telefonları yokmuş!!! Peki ne giyerdik? Yine bembeyazdık. Ama kızların etekleri vardı!!! Bu etekler annelerimiz tarafından dikilirdi. Bazı şanslı arkadaşlarımızınkiler yurt dışından gelmişti ama diğerlerimizinki ya dikilmiş ya da büyük ablalarımızdan kalmıştı. Kızlar için bir de tenis kilodu çok önemliydi çünkü kızlar topları cebinde taşımaz, yan tarafına sıkıştırmalıydı. Yine bazı arkadaşlarımız şanslıydı çünkü onlarınki yurt dışından gelmişti. Bir de fırfırlı olması önemliydi çünkü oynarken etek açıldığında alttan görüntünün rahatsız edici olmaması gerekiyordu!!! Benim ilk tenis kilodumu annem dikmişti, bol fırfırlı!!!
Peki yağmur yağınca ne olurdu? Çoğu zaman oynamaya devam ederdik. Deli gibi yağıncaya kadar oynardık çünkü sadece hafta sonları bu maçlar yapılırdı ve kurstan uzak kalmamak için de bir an önce bitmesi gerekirdi. Hava karardığında ise mecburen bırakırdık çünkü ışık yoktu. Her satırdan da anlaşılacağı gibi kapalı kort zaten yoktu.
Maçlar sırasında oyuncuların sevinme, üzülme ve sinirlenme duygularını gösterme lüksleri yoktu çünkü yine o disiplin içerisinde bunlar saygısızlıktı. Top filenin netine takılıp karşı sahaya geçtiğinde alınan puanlarda rakibin gözünün içerisinde bakılarak özür dilenmeliydi. Aynı saygı dışarıdaki velilerden de beklenmekteydi. Kim oynarsa oynasın herkes iyi puanı alkışlardı. Sadece iyi puanlar. Maç sonrası kazanan tebrik edilir ama sessizce, kaybeden de teşvik edilirdi. Her şey haksızlığı önlemek adına o disiplin içerisinde bir yere sahipti. Bazen mutlaka evde fırça yiyen arkadaşlarım vardı ama orada hiçbir ifade gösterilmez ne olursa evde olurdu herhalde. Daha çok da ailesinde tenis oynayanlarda bu hırs görülüyordu. Ben şanslıydım ya da belki de şanssızdım, ailem hiçbir zaman başarımı da başarısızlığımı da bana aşırı duygularla ifade etmediler. Her zaman gurur duyduklarını hissettim ama kaybettiğimde yanımdaydılar “neden kaybettin veya nasıl kaybedersin?” gibi sorular hiçbir zaman sorulmazdı, kazandığımda da “tebrikler veya aferin kızımdan başka da aşırı bir tepki olmazdı.
Yazının Üçüncü Kısmı
Peki bu kurs içi turnuvaların ödülleri mi neydi? Tenis topu. Ne kadar önemliydi onları kazanmak bunu şu anda anlatmak zor. Düşünün ki bir tek tenis kortundan nerdeyse 30-40 kişinin aynı anda yararlanmaya çalışıldığı, tenis raketlerinin yurt dışından geldiği, tenis kıyafetlerinin olmadığı ve diktirildiği bir ortamda tenis topu bulma olasılığı nedir? Hiç yok. Özellikle de asfalt kortta oynarken herhalde topların ne kadar çabuk eskidiğini anlatmama gerek yok.
İlk üçe girenlere ödül olarak verilen toplar teneke Slanzenger ya da Dunlop marka toplardı. Birinci üç kutu, ikinci iki kutu ve üçüncü de bir kutu. Ayrıca bir de çok iyi oynamış, ilerleme kaydetmiş, centilmen oyuncular da seçilir ve onlar da ödül olarak tenis topu kazanırdı. O kutuları açmaya kıyamazdık. Kazanıldığında son derece kıymetli olması ve açıldıktan sonra bir daha yenisi olmayacak diye var olan toplar kabaklaşıp patlayıncaya kadar oynardık. Kortun dışına kaçan topları bulana kadar arardık. Çalılardan, dikenlerden, kemirgenlerden veya düşmekten gelecek zarar düşünülmeden o toplar bulunana kadar bazen saatlerce arardık.
Federasyon da ilerleyen zamanlarda bize katkı yapmaya başlamıştı ama bu ancak bizler turnuvalarda başarı kazandıktan sonra olmuştu. Toplar artık karaborsada değil kovalarda bol topumuz vardı. Hatta bir seferinde bana 2 tane Prince raket vermişlerdi, herhalde hayatımda en mutlu olduğum gecelerden biriydi.Gece diyorum çünkü biraz daha büyüdükten sonra turnuva sonrasında yapılan ödül töreni yemekli bir kutlama haline gelmişti ve bu kutlamalarda ödüller veriliyordu.
Aileler ve çocukların katıldığı yemeklerden ben sadece üçünü şu anda hatırlıyorum. Bir yine sahil tesislerinde yapılmıştı ve hatta o zaman rektör olan Sayın Kemal Gürüz ödüllerimizi vermişti, biri bir restoranda yapılmıştı, biri de ki o da işte raketleri aldığım toplantıydı, bir gemide yapılmıştı. Yemekler güzel geçerdi, aileler ve çocuklar olduğu için büyük bir ailenin yemeğe gitmesi gibi de demek yanlış olmaz. Restoranda yapılan yemekte müzik enstrümanı çalanlar gösteri yapmıştı, bunu da unutmuyorum çünkü ben de org çalıyordum.
Gelelim ilk turnuva maceralarımıza... Ben ilk turnuvamı 1984 yılında Balıkesir’de oynadım. O zamanlar henüz yaş grupları 10-12-14 gibi değildi. Ben ilk maçımı yine Trabzon’da tenise başlayan ancak ailesinin Ankara’daki bir üniversiteye gitmesiyle ayrılan Aslıhan adlı bir ablam ile oynamıştım. Ben ise 10 yaşındaydım. İlk maç, ilk heyecan, 6-0 6-0. Nasıl oynadığımı, maçın ne kadar sürdüğünü, puan bile alıp almadığımı hatırlamıyorum. Ancak kaldığımız yeri ve oradaki ortamı çok iyi biliyorum. Balıkesir İmam Hatip Lisesi yatakhanesi. Her çocuğun ya annesi ya da babası mutlaka gelirdi ve zavallı anneler tuvaletleri temizlemişlerdi. Herhalde çok kötüydü ki başka bir okulun yurduna geçmiştik. Yemekleri hep beraber yiyor, hep beraber kortlara gidiyor ve hep beraber dönüyorduk. Herkes aynı saatte kalkıyor ve hersey beraber yapılıyordu. Yemeklerde ve kortlarda abur cubur yemek yasaktı ve sudan başka bir şey de içmemiz yasaktı. Suyu da top kutularına musluktan doldurmamız gerekiyordu. Su almak da yasaktı. Yoğurt yerdik ama ayran içemezdik! Su ve yoğurt!!! Tabağımızdaki yemeği son lokmasına kadar yemek zorundaydık, bitmeden kalkmak yasaktı. Gereğinden fazla yemek söylemek zaten israftı ve söylediyseniz de yemek zorundaydınız.
Her şeyi anlatırken arada bir de aramızda yaptığımız antremanlardan bahsettim ama onları da biraz detaylı anlatmak lazım. Küçükken daha karşılıklı oynamamız yasakken duvar vardı. Duvar en önemli partnerimizdi çünkü başkasıyla oynamamız söz konusu değildi. Gerçi bu konuya deyinmiştim. Oynamaya başladığımız zamanlarda ise benim grubumda benimle yaşıt yanılmıyorsam 5 oyuncu daha vardı ve biz beraber oynamaya çalışırdık. Ancak tabi yaş küçük bir zamandan sonra sıkılıyorsunuz ya da yoruluyorsunuz, klasik bir tepkiyle dalga geçmeye başlardık. Ancak bir yandan da korkardık çünkü Sayın Şenay Saydaş o anda kortun yukarısından geçiyor olabilir ya da gizlice seyrediyor olabilirdi. Özellikle kampüs içerisindeki kortta oynarken en büyük korkumuz buydu. Ayrıca bir de dışardan seyredip laf atanlar, karışanlar, “ben de bir tane vurayım” diyenler de antremanın bir parçasıydı. Kampüs içerisindeki kort da asfalttı. Ancak buradaki kort daha kumsu bir asfalttı ve yağmur yağdığında daha geç gölcükler oluşuyordu. Böylece daha uzun süre oynayabiliyorduk.
Ancak yağmur sağanak seklinde indiğinde ise kaçacak ve saklanacak en yakın yer Kartük’tü ancak orada beklemek de çözüm olmazdı çünkü yağmur kesilse bile kortun kuruması zaman alırdı. Anlayacağınız bu yağmur bizim antremanların da bir parçasıydı. Ayrıca kampüs içerisinde bazen de kort bekleme derdimiz vardı. Kalabalık olunca korta 4er 4 er girerdik ama bir de öğretim görevlilerinin de tenis oynadığı saatler vardı. Bu kişiler çoğunlukla kurstakilerin velileriydi ve hatta babam da onlar sayesinde tenise başlamıştı. Onların maçları genelde çiftler olurdu. Bizler katılmazdık çünkü yasaktı. Ancak bazen bazıları oynardı ve hafta sonu da Sayın Şenay Saydaş’tan paparayı yerdi!
Diğer bir taraftan da bazen de sahil tesislerindeki kortlara antreman yapmaya giderdik, orada kendimizi daha rahat hissederdik ama yine arada bir bizi birinin izlediği izlenimine kapılırdık. Burada birinin genelde Sayın Şenay Saydaş olma olasılığını söylememe gerek yok herhalde! Gerçi en az 4 kişi olduğumuzda veya yukarıdaki (kampüsteki) kort dolu olduğunda sahil tesislerine giderdik.
Zaman içerisinde Trabzonspor kurulduktan sonra futbolcular sık sık bizi tepeden seyrederdi. Peki sizce sahil tesislerine indiğimizde yağmur yağdığında ne oluyordu? Sırılsıklam eve dönüyorduk! Araba yok, saklanacak yer yok, bekleme lüksümüz yok, hele hele cep telefonu hiç yok! O zaman geri dönünceye kadar iliklerimize kadar ıslanıp, üstelik yürüdüğümüz parkurun çamurlarına bata çıka evimize dönerdik. Bu arada ayakkabılarımızı yanımızda taşırdık, yani yürüdüğümüz ve kortta giydiğimiz ayakkabılarımız farklıydı. Çantamızda mutlaka tenis ayakkabılarımız olurdu. O zamanlar o ayakkabılar nasıl değerliydi bir bilseniz. Mekap marka bir ayakkabı vardı. Hepimiz nerdeyse tek tip aynı ayakkabıdan giyerdik. Başka bir marka yoktu. Zaman içerisinde Puma çıktı ve sonrasında ise Adidas girdi yavaş yavaş. İlk Adidas ayakkabımı hatırlıyorum. O eskimesin diye ne çok dikkat ederdim, ama asfalt kortta istediğiniz kadar dikkat edin, bir ayakkabı maksimum bir ay dayanırdı o da önü parçalanıp parmak çıkıncaya kadar.
Yazının Dördüncü Kısmı
Hani dedim ya zaman içerisinde gruplar ayrıştı ve yaş grupları ya da daha doğrusu oyun gücüne göre gruplarımız oluşmuştu. Zaman geçtikçe büyüklerden çok bırakan ya da üniversite sınavına hazırlanma zamanı geldiği için tenise zaman ayırmaları azalmıştı. Ben de Anadolu Liseleri sınavına hazırlanmıştım!!! Nasıl mı? Bir küçük dershane vardı oraya giderek ama o zamanlar bu günlerdeki gibi deli gibi bir rekabet yoktu. Sınava girdikten sonra da kazanınca tutturmuştum ben gitmeyeceğim, o okul bütün gün, tenis oynayamam diye. O zaman Sayın Şenay Saydaş benimle uzun ama özünde gayet kısa bir konuşma yaptı: ilerde tenis sayesinde yurt dışına gitmem gerekirse bu okul bana gerekli olan dili sağlayacaktı.
Başarılı bir sporcunun her zaman derslerinde de başarılı olacağını ve bu okulun ilerideki hayatımda açılacak birçok kapı için önemli bir anahtar olacağını bana anlatmıştı. Nitekim 13 yaşında ilk defa Sayın Ergün Gürsoy sayesinde Amerika’ya tek başıma 3 aylığına Nick Bollettieri Tenis Akademisine gittiğimde Sayın Şenay Saydaş’a olan saygım ve inancım çok daha pekişmişti. Sayesinde orada Trabzon Anadolu Lisesi’nde öğrendiğim İngilizce ile ayakta durdum, tek başıma yalnızlık çekmedim. İngilice bilmeseydim o üç ay üç asır gibi de geçebilirdi, belki geri dönerdim yapamıyorum diye. Bugün University of Alabama at Birmingham’den mezun oluşum, Marmara Üniversitesi Üretim Yönetimi ve Pazarlama İngilizce bölümünden mezun olmam, aynı üniversitede doktora eğitimi alırken araştırmalarımı İngilizce devam ettirmem hep Sayın Şenay Saydaş sayesindedir. Yıllarca tek başıma turnuvaları gezmem de!
Bu yazı boyunca Sayın Şenay Saydaş ne kadar kuralları olan ve sert ve disiplinli biri görünse de inanın benim hayatımın, çalışmalarımın ve yaşamımın disiplinli ve düzenli olmasının en önemli etkenlerinden biridir kendisi. Daha önceden de belirttiğim gibi keşke şu anda tenis oynayanların böyle bir antrenörü olsa ve bu disiplinle ilerleseler. Koyduğu yasakların ya da kuralların her zaman bir sebebi ve bir anlamı olduğunu hiçbir zaman unutmadım ve bunu da burada belirtmem gerektiğinin son derece farkındayım.
Ne kadar da Trabzon’dan ayrılışım ve tenis kursundan ayrılışım hoş olmadıysa da her zaman kendisinin yeri bambaşkadır. Trabzon’dan neden ayrıldığımı ya da ne oldu da kurstan ayrıldığımın detaylarına burada girmeyeceğim çünkü o günü dün gibi hatırlıyorum ve ne kadar üzüldüğümü ve ne kadar yanlış anlaşıldığımızı burada anlatmanın kimseye bir yararı olmadığını düşünüyorum. Ancak o akşam üstü Trabzon’da korkunç bir fırtına vardı ve ünlü Trabzon yağmuru ile Sayın Şenay Saydaş’ın kursundan ayrılmıştım. İşte Trabzon’un yağmurlarını ben bu sebeple sevmiyorum, yağmur ve tenis benim için ayrılmaz ikili idi orada, iyi ve kötü anılarla...
-
Yağmuru Trabzon'unKapkara bir denizin yükselen dalgalarının değeri ancak Trabzon’da yaşanınca anlaşılır. Boşuna Karadeniz dememişler ona. Heybetini hele bir de fırtınalı bir günde görün siz, yanına yaklaşamazsınız....Devamı İçin..
-
Yeniden başlarken...Yeniden başlarken...Devamı İçin..
"Bu ortamda yeniden tenise başlarken" gibi bir giriş olacak benimki. Yıllardır kortlardan uzak kalmışken yeniden alevlenen bir kor alev de denebilir belki. Çok yeni...
- 1